Lise çağlarım; takvim yaprakları 60’lı yılları iki ya da üç geçiyor, ihtilal olmuş...

Elimde 12 sayfalık bir dergi maketi, Akhisar’ın Sesi gazetesi matbaasının önüne geldim. İçeri girip, “Dergi çıkartmak istiyorum.” diyeceğim. Lüzum kalmıyor, çünkü Kadir(Kadri olan ismi yıllarca bu şekilde anımsadım) Lafçıoğlu, hemen karşımda; elinden düşürmediği sigarasıyla ayakta duruyor. Ben kaldırımda, o basamakla çıkılan matbaanın girişinde olduğundan, konuşmak için başımı kaldırmam gerekiyor. Kaldırıyorum, çekine çekine yüzüne bakıyor ve birşeyler kekeliyorum.

Dinliyor önce, sonra sorular sıralanıyor… “- Kimsin, necisin, ne iş yaparsın, talebe misin?“ “- Ne yazacaksınız?” “- Eee şiirler, hikayeler, liseden, okullardan haberler, sohbetler(O tarihlerde röportajdan haberim yok)…”, “- Kaç Kişisiniz, sana yardım edecek kimse var mı?” “- Daha kimseyle konuşmadım.”, “- Peki, nerede basacaksınız?” “- Akhisar’da başka matbaa var mı?”

Konuşma bu minval üzerinde sürdü, merhum Lafçıoğlu, benim romantik bir yaklaşım içinde olduğumu, şiir ve edebiyatı bir yana bırakırsak, haber, habercilik ve gazeteciliği hiç bilmediğimi anladı. hâlâ zorladığımı görünce de son sorusuna yanıt istedi: “- Peki paran var mı? Kaç para vereceksin?” “- Eee…..…, hık, mık..”

Konuşmaların sonunda Lafçıoğlu konuyu özetledi:

“Bu iş senin sandığın gibi değil. Önce ne yapacağına karar ver. şiirse şiir, öyküyse öykü, romansa roman… Haber vereceksen, haberciliği öğreneceksin. Konunda iyi olmalısın. Tek başına birşey yapamazsın, ekip kurman gerek. İşin yazı çiziden başka yönü de var, neyi nereye koyacağını bilmen gerek(mizampaj ya da sayfa bağlamaktan söz ediyor). Matbaa boyutu var… Tüm bu söylediklerim paraya dayanıyor ayrıca. Bunların hiçbiri sende yok. En iyisi evine dön, çalış okulunu bitir. Senin daha bir fırın ekmek yemen gerekir.”

Dergi işim ne “basılı” ne de Lafçıoğlu’nun tavsiye ettiği gibi “duvar” şekliyle yaşama geçmedi. Tek başına kurduğum hayal, gündüz vakti gördüğüm rüya, boğazımda takıldı kaldı…

Ancak beynimden de hiç çıkmadı. Bu yüzden gazetecilik okulunu bitirdim ve okullu bir basın mensubu olarak mesleğin hemen hemen her dalında çalıştım, dirsek çürüttüm…

***

Yukarıda anlattığım anım, iki meslektaşımın 25 Temmuz 2017 günü yayınlanan satırlarını okuduğumdan beri, hiç aklımdan çıkmıyor.

Meslekteşlarımı hemen yazayım…

İlki Haldun Akyüz… Onun, Akhisar Press Haber’de “Hatırlanmak Güzel” isimli köşe yazısı..

İkincisi ise Kanat Atkaya. Atkaya’nın Hürriyet Gazetesi’ndeki  “Bayram gibi bayram oldu sağ olun!” adlı makalesi…

Haldun Akyüz, 24 Temmuz; Basın Bayramı ve  Lozan Anlaşmasının 94’üncü yıl dönümünü anımsatarak; 109 yıl önce 24 temmuz günü, İkinci Meşrutiyet’le birlikte,  sansür uygulamasına son verildiğini ve 25 Temmuz sabahı gazetelerin çok daha farklı ve özgür yayınlandıklarını, bu yüzden 24 Temmuz’un  Basın Bayramı olarak kutlandığını yazmış. Hatırlanmanın güzel olduğunu vurguluyarak kendisini ve Akhisarlı basın mensuplarını düşünenlere teşekkür etmiş.

Kanat Atkaya’nın makalesinin girişi ise aşağıdaki gibi;

“GAZETECİ dün sabah uyandı, giyindi, hızlısından çayını/kahvesini içti ve bayram kutlaması için mahkeme kapısına koştu.

“Mahkeme kapısında bayram kutlaması mı olurmuş?” demeyin, gazetecinin bayramı böyle oluyor memlekette işte.

267 gündür tutuklu yargılanan gazeteci arkadaşlarımızın ilk duruşması 24 Temmuz Basın Bayramı’na denk gelince “kutlama” adresi de Çağlayan’daki Adalet Sarayı oldu.

Biri çıkıp “Saraylarda kutluyorsunuz işte bayramınızı, daha ne olsun?” dese ne diyeceksin?..

Bu noktada duruşma tarihini 24 Temmuz’a denk getirenlere “bir şekilde” şükran borçlu olduğumuzu da söyleyebilirim.

Bu dava olmasa bu kadar gazeteci nasıl buluşacaktık?

Eski dostları nasıl böyle toplu halde görüp dertleşebilecektik?

Bayram gibi bayram işte!”

***

Akyüz’ün yazdıklarını, “Bölük Pörçük” adlı makalemi kontrol için girdiğimde, Akhisar Press Haber internet sitesinde gördüm. Basınla ilgili davayı hatırlamadı sanırım diye düşündüm. Daha sonra da Atkaya’nın makalesini okudum. İçimi buruk bir sızı sardı.

***

Sözü daha fazla uzatıp dolandırmayacağım. Davaların seyrini anlatmayacağım.

Şu an ülkemizde 170 basın mensubunun tutuklu ya da hükümlü olduğunu, tutuklu ya da gözaltında olanların çoğunlukta bulunduğunu söylemeyeceğim. Bazıları hakkında iddianame bile hazırlanmadığını dillendirmeyeceğim.

Basın mensubu olarak içimi sızlatan hiçbir şeyden şikayetlenmiyeceğim.

Ancak şunu yazmadan da geçemeyeceğim…

Durum basın mensuplarının kendilerine güvenlerini sarsıyor. bir çoğunun içine kapanmasına sebep oluyor. Korkaklaşıyorlar. Ne yazacaklarını, nasıl yazacaklarını bilemez hale geliyorlar. Suya sabuna dokunmadan nasıl yazarımı araştırıp buluyorlar... Yalakalaşıyorlar… Gerçeklerden uzaklaşıyorlar… Hakkı ve hakikati aramaz oluyorlar…

Düşünce hürriyeti, basın hürriyeti, haber alma hakkı elden gidiyor.

Meslek, algı operasyonlarının yönetildiği devasa bir üs haline geliyor.

Haberiniz olsun.

***

Ben lise yıllarıma dönüyorum. Rahmetli Kadri Lafçıoğlu gözümün önüne geliyor…

Basın mesleğiyle ilgili bir çok doğruyu anlattığını, ancak mesleğin zamanla suç haline geleceğini söylemediğini anımsıyorum ve eksik dediğini ayırdediyorum...

Yine de, kendisini basın mesleğini ilk konuştuğum kişi olarak, rahmet ve şükranla anıyorum. Nokta!

***

Sağlıcakla Kalın, Akhisarsız Kalmayın!